İslamofobi Batı'da siyaset yapmanın ilk şartı haline geliyor

İslamofobi, basit bir müslümanlara karşı duyulan korkuyu değil aksine muktedir olanın güçsüz olana uyguladığı baskı aracı haline geliyor.

Orkun Elmacıgil
orkunelmacigil@intell4.com


İslamofobi kavramı son yıllarda özellikle Batı’da artan göçmen nüfus, devletlerin entegrasyon politikalarından çok asimilasyon ve güvenlikçi bir siyasa izlemesi dolayısıyla sıklıkla duyduğumuz bir kavram.

Köken olarak Batı’nın sömürgeci genişlemesi döneminde; kendi dini ve medeniyet değerlerini üstün görmesi, buna karşın sömürgeleştirmeye çalıştığı halkların değerlerinin bir tür “alt-insan” inanışı olarak değerlendirilmesiyle Batı kendi İslam problemini onla ilk tanışmaya ve etkileşime geçmeye başladığı andan itibaren oluşturdu.

Haçlı Seferleri bir tarihi süreç olarak çokça değerlendirilse ve bunun basit bir Doğu-Batı çatışması olarak görülmesi genel geçer bir yorum haline gelse de, bu süreçte Batı kendi ötekisi olan Doğu’yu ortadan kaldırmak ve onu yok etmek; dolayısıyla “soykırım” fikirlerinin temellerini dini olarak da olgunlaştırmış oldu.

Yüzyıllar boyunca Doğu ve Batı çatışan denk güçler olurken, Batı medeniyetinin askeri ve ekonomik güç kazanmasıyla birlikte Doğu artık bir özneden çok nesne halini aldı ve Avrupa’dan gelen medeniyet için bir hazineden ve bu hazineyi elde etmek için ilgilenmesi gereken sorunlardan fazlasını ifade etmedi.

Edward Said’in meşhur Oryantalizm eserine başlarken, eski İngiltere başbakanlarından Benjamin Disraeli’nin “The East is a Career”(Doğu bir kariyerdir) cümlesini epigrafi olarak kullanması da bu bağlamda şaşırtıcı değildi. Doğu, Batı’nın kendi medeniyet tasavvuru içerisinde şekil verdiği bir hayal ürünü ve düşmandı. Bu düşmanlaştırmanın derinleşmesiyle İslamofobi kavramının da tarihi belgelerde ya da eserlerde geçtiğini görmeye başladık. 19.yüzyılın sonlarında İslamofobi Fransızca kaynaklarda “müslümanlara duyulan sınırsız nefret olarak” geçer. Yıllar içerisinde kavram başkalaşır ve siyasi bir ürün haline gelir. Öyle ki İran Devrimi’nin ardından başörtüsü zorunluluğunun getirilmesine karşı çıkan kitleler Molla rejimi tarafından “İslamofobik” olarak yaftalanır. Daha saldırgan ve İslam-merkezli bu etiketleme, hala Batı’da İslamofobi diye bir kavram yok bu toplumsal bir kurgu diyen aşırı sağ ve müslüman düşmanı çevrelerde kullanılmaktadır.

1997 yılında İngiltere’de yayımlanan Runnymede Trust Report ise İslamofobi’nin öncül akademik tariflerinden birini yapar. İslamofobi bu raporda “Müslümanlara karşı duyulan temelsiz korku ve hoşnutsuzluğu içeren bir dünya görüşü” olarak tariflenir. 1997 yılında görece bir fobi olarak tanımlanan kavram, özellikle 11 Eylül saldırılarının ardından oluşan yeni dünya düzeni içerisinde Batılı devletlerin iç ve dış siyasetlerinde gitgide daha sık kullanılan bir araç haline gelir.

Fransa’da uygulanan başörtüsü yasaklarından, ABD’de milyonlarca müslümanın fişlenmesine, Yeni Zelanda Christchurch Camii’nde gerçekleştirilen terör saldırısından, Hindistan’da devlet eliyle müslüman azınlığa karşı kurulan silahlı milis güçlere İslamofobi kavramı artık bir “korku” olmaktan çıkmış, müslüman azınlıkların yaşadığı toplumlarda onları sindirmek ve marjinalleştirmek için ana akım bir politika haline gelmiştir.

İslamofobi bazen kendini Fransız entelektüelleri ve devlet adamlarının imzasıyla ortaya çıkan “Kur’an’dan bazı ayetlet çıkarılsın” bildirisiyle kendini gösteren ve İslam’a değişim öneren bir kavramlar bütünüdür, bazen de Avusturya’daki camii ve mescitlerin yerini interaktif bir harita kullanarak gösteren Viyana Üniversitesi projesiyle bir hedef gösterme projesidir.

Her halükarda İslamofobi basit bir korku ve bilinmezliğe, göç akınına karşı geliştirilen içgüdüden çok daha fazlasıdır artık. İslamofobi, bir devlet yönetim düsturu haline gelmiş, George Orwell’in romanındaki gibi “tüm hayvanlar eşittir, ama bazıları daha eşittir” cümlesini hatırlatan bir biçimde azınlık müslüman nüfus ikinci sınıf vatandaşlar ya da olağan şüpheliler haline gelmiştir.

1920’li yıllarda pek çok yahudi düşünürün de etrafında kenetlendiği bir akım haline gelen Frankfurt okulu Yahudilere karşı yaklaşan tehlikeye karşı hem politik hem de felsefi sahada bir çağrı yapıyor, insanları düşünmeye ve nefretten çok akıllarının kullanmaya çağırıyordu. Frankfurt Okulu’nun çağrısının yanıt bulmadığını Yahudi Soykırımı’nda yaşanan ve etkileri günümüze uzanan acılardan biliyoruz. İslamofobi de tıpkı antisemitizm gibi ana akım bir siyaset haline gelirken, daha kuvvetli bir çağrı yapmak, nefretin, ırkçılığın ve islam düşmanlığının karşısında hem Batı’da yaşayan müslümanlar hem de devlet otoriteleri nezdinde bir farkındalık oluşturmak artık hiç olmadığı kadar gerekli.