Ruanda Soykırımı ve uluslararası güçlerin rolü

Uzun yıllar sömürgeciliğin gölgesinde kalan Afrika ülkesi Ruanda 1990'larda yaşanan gerginlikleri takiben tarihin en kanlı olaylarından birine sahne oldu. Bu süreçte ülkede yaşanan katliamlarda yaklaşık 800 bin kişi vahşice öldürüldü. Aradan geçen yıllara rağmen acıların taze olduğu bölgede, küresel güçlerin söz konusu dönemdeki rolü ve bugünü hala tartışma konusu.

Orta Afrika ülkelerinden Ruanda acı tarihiyle ön plana çıkıyor. Uzun yıllar sömürgeci güçlerin etkisi altında kalan ülke, 1990'lardaki şiddet dalgasında hafızalardan silinmeyen bir vahşete tanık oldu. Yaklaşık 800 bin kişinin öldürüldüğü olaylar, daha sonra Ruanda Soykırımı olarak dünya tarihine geçecekti. Peki nasıl oldu da bir arada yaşayan farklı etnik unsurlar birbirlerine bu kadar düşman bir hale geldi? Yaşananların perde arkasına inildiğinde bölgedeki sömürgecilik faaliyetleri ve küresel güçlerin rolünü görüyoruz.

RUANDA NEREDE?

Ruanda Cumhuriyeti, Afrika kıtasının orta bölümünün doğusunda yer alıyor. Denize kıyısı olmayan ülke, Uganda, Tanzanya, Burundi ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti ile komşu. Başkenti Kigali'dir. Bununla birlikte ülkenin sınırlarının bir kısmı Kivu Gölü'nün üzerinden geçer. Ruanda ismi yerel dilde büyümek ve genişlemek anlamlarında kullanılan "kwanda" sözcülüğünden geliyor. Ülke engebeli yapısı sebebiyle "bin tepeli ülke" olarak da anılır. Söz konusu terimin Fransızca karşılığı Mille Collines, ülke genelinde sık sık kullanılıyor. Bu terim aynı zamanda Ruanda kelimesinin eş anlamlısı olarak öne çıkıyor. Ruanda'nın 893 kilometrelik sınır hattının 290 kilometresini Burundi, 217 kilometresini Demokratik Kongo Cumhuriyeti, 217'sini Tanzanya ve 169 kilometresini Uganda oluşturuyor. Derin vadilerle kesilmiş dağlık ve yaylalık bir yapıya sahip ülkenin en yüksek noktası 4 bin 507 metre ile Demokratik Kongo Cumhuriyeti sınırında bulunan Virunga volkanik dağlarının parçası olan Karisimbi Dağı'dır. Bölgede su kaynaklarının bolluğunun yanında yıllık yağış ortalamalarının yüksek olması nedeniyle verimli bir toprak yapısı görülür. Ancak önceleri sık görülen olmanlık alanlar neredeneyse tamamen yok olmuş durumda. 1990'lı yılların sonuna doğru bölgede bulunan yağmur ormanları iç savaş nedeniyle kaçan Ruandalıların geri gelmesi sonrası yeni yerleşim yerlerinin oluşturulmasıyla varlığını kaybetti. Yine de 2012'de milli park ilan edilen Nyungwe yağmur ormanları ülke coğrafyasında önemli yer ediyor. Ruanda'ya kıyı bulunan Kivu Gölü çevresinde derin koy ve dik yamaçlar bulunuyor. Ülkenin Tanzanya sınırında Akagera olarak adlandırılan bataklık sahası varlık gösteriyor.

ETNİK KÖKENLER

Ruanda genelinde aynı dil ve kültüre sahip bir toplum yaşıyor. Tutsi, Hutu ve Twa etnik grupları Ruanda nüfusunun büyük bölümünü oluşturuyor. Bu etnik çeşitlilik özellikle sömürge dönemlerinde önce Almanya daha sonra da Belçika tarafından kullanıldı. Söz konusu sömürge güçleri, bu etnik grupların her birini kabile olarak konumlandırdı. Başlarda üst kademeyi oluşturan Tutsileri destekleyen sömürgeci devletler, bu etnik grubu kendi amaçları doğrultusunda kullandı. Kabile olarak ayrıştırılan diğer etnik gruplar ise dış görünüşü ve mesleki yeterlilikleri bakımından sınıflandırıldı. Bu sınıflandırmaya örnek olarak, büyükbaş hayvan sahipleri olarak Tutsiler, çiftçi ve işçi sınıfı olarak Hutular, çömlek işçiliği ve avcılık vasıflarında da Twalar gösterilebilir. Ayrıştırma sonucunda farklılıkları belirgin bir şekilde ortaya konulan gruplar ilerleyen dönemde ülke genelinde büyük sorunlar yaşanmasına neden oldu. Gelişmeler neticesinde Ruandalı Tutsi nüfusunun dörtte üçünün yok olduğu katliamlar yaşandı. Bu olaylar günümüzde Ruanda Soykırımı olarak anılıyor. Dönemin sömürgeci gücü Belçika, 1930'lu yıllarda gerçekleştirilen nüfus sayımında, kişilerin hangi gruba dahil edilmesi gerektiğini sahip oldukları büyükbaş hayvan sayısına göre kararlaştırmıştı. Buna göre on ve üzeri büyükbaş hayvana sahip olanlar Tutsi, ondan daha az büyükbaş hayvana sahip olanlar Hutu ve hiçbir büyükbaş hayvana sahip olmayanlar da Twa olarak sayılarak sınıflandırıldı. Günümüzde nüfusun yüzde 84'lük kısmını oluşturan Hutu etnik grubu ülkede çoğunluğu oluşturuyor. Ülkenin yüzde 15'i Tutsi, geri kalan yüzde 1'i ise Twalar oluşturuyor.

RUANDA'DA SÖMÜRGECİLİK

Ruanda, Helgoland-Zanzibar Anlaşması'na göre 1890'lı yıllardan I. Dünya Savaşı'nın sonuna kadar uluslararası hukuk kapsamında Alman Doğu Afrikası'nın bir parçası halindeydi. 1894 yılında Alman bir asker olan Gustav Adolf von Götzen bölgede kalan ilk Avrupalı oldu. 1900 yılında ise bölgede misyonerlik merkezleri oluştu. 1907'ye gelindiğinde Kigali'de ilk Alman üssü açıldı. 1908 yılında Alman İmparatorluğu'nun ülkedeki ilk temsilcisi Richard Kandt görevine başladı. Devamında düşük sayıdaki koloni memurlarıyla ülkedeki Alman varlığı sürdü. 1910'da Brüksel'de gerçekleştirilen konferansta Belçika Kongosu, Britanya Ugandası ve Ruanda-Burundi kolonilerinin de içerisinde bulunduğu Alman Doğu Afrikası'nın sınırları belirlendi. 1911'de Ruanda'nın kuzeyinde gerçekleşen ilk halk ayaklanması bölgedeki Alman güçleri ve Tutsili kabile liderlerinin katkılarıyla bastırıldı. I. Dünya Savaşı sırasında Belçika orduları Ruanda ve Burundi'de kontrolü ele geçirdi. Savaş sonrası bölge Milletler Cemiyeti tarafından manda bölgesi olarak Belçika'ya bağlandı. Belçika bu süreçte Almanya'ya nazaran bölgedeki varlığını sömürge yönetimi boyunca kesin bir şekilde hissettirdi. 1933'ten itibaren ırk ayrımını devreye soktu, belirlenen özelliklerle birlikte yaşam tarzlarına göre ayrıştırılan halkın kimlik belgeleri de buna göre hazırlandı. 1946'da Milletler Cemiyeti'nin manda yönetiminin sonlandırıldığı Ruanda'da, Belçika idaresinde Birleşmiş Milletler Güvenli Bölgesi ilan edildi. 1959 senesinde çiftçi Hutuların üst yönetimlerde bulunan Tutsilere karşı ayaklanması ile etnik unsurlar arasındaki gerginlik gün yüzüne çıktı. Yaşanan ayaklanmada yaklaşık 10 bin kişi hayatını kaybederken bölgede bulunan on binlerce Tutsi komşu ülkelere kaçtı. Bu süreçte Tutsi kralı V. Kigeri tahttan indirildi ve krallığa bağlı kurum ile semboller kaldırılarak cumhuriyet ilan edildi. 1960 yılında gerçekleştirilen seçimlerde bir Hutu partisi olan Gregoire Kayibanda önderliğinde Parmehutu seçimleri kazanarak önemli bir başarı elde etti.

RUANDA'NIN BAĞIMSIZLIĞI

Ocak 1961 tarihinde sömürge bölgesindeki tüm Hutu üyesi yerel yöneticiler Gitarama'da gerçekleştirilen bir konferansta bir araya geldi. Bu toplantıdaki katılımcıların küçük bir kısmı konferansın amacından haberdarken, büyük çoğunluğu yeni bir geçiş anayasasının karara bağlandığını orada öğrendi. Gitarama darbesi olarak da anılan girişim sonucu geçici bir parlamento oluşturuldu ve geçici bir devlet başkanı ile bakanlar belirlendi. Gelişmeler karşısında gerekli adımları atamayan Belçika sömürge yönetimi, Birleşmiş Milletler (BM)'de duyulan rahatsızlığa rağmen kurulan yeni hükümeti tanıdığını bildirdi. BM, Mart 1961'de gerçekleştirdiği açıklamada, ülkede daha önce varlık gösteren baskıcı rejimin yerine yeni bir baskı rejimi kurulduğunu ifade ederek, etnik diktatörlük oluşturulduğunu ve Tutsilerin büyük mağduriyet altında yaşamak zorunda kaldıklarını ifade etti. Eylül 1961'deki meclis seçimlerinde Parmehutu partisi oyların yüzde 77,7'sini alarak çoğunluğu kazandı. Gelişmeleri takiben mecliste gerçekleştirilen seçimde Parmehutu lideri Gregoire Kayibanda ülkenin başkanı seçildi. 1 Temmuz 1962'de Ruanda yönetimi bağımsızlık ilan ederken, bölgede etkisini kaybeden Belçika sömürge yönetimine son verildi. Bağımsızlık ilanının ardından Hutular ve Tutsiler arasındaki gerginlik dinmedi. Tutsiler bu süreçte yönetimi geri almak için çaba sarfetti. 1963'te on binlerce Tutsi'nin katılımı ile gerçekleştirilen girişim ise kanlı bir şekilde bastırıldı. Bu dönemde yaşanan iç çatışmalar neticesinde 21 bin kişi hayatını kaybetti. Sonrasında Hutu ve Tutsi grupları arasındaki nefret giderek arttı. Okullardaki resmi eğitimin de etnik ayrımcılıkla donatılması, küçük yaşlardaki insanların kendisine benzemeyenlere karşı önyargılarla dolu olduğu bir toplumun oluşmasına neden oldu. Söz konusa olaylara tanıklık eden Kankesha Josephine konuya ilişkin bir mülakatta, okula giderken yollarda cesetlerin üzerinden atlamak zorunda kaldığını ve cesetlerin çoğunun hayvanlar tarafından parçalandığını ifade ediyor. Temmuz 1973 senesinde Hutu general Juvenal Habyarimana önderliğinde bir askeri darbe gerçekleştirildi. Darbe sonrası Habyarimana devlet başkanı oldu. Ülkeyi diktatör olarak yöneten Habyarimana, iktidarı boyunca mensubu olduğu Hutu etnik grubunun lehine ayrımcı bir politika izledi.

RUANDA YURTSEVERLER BİRLİĞİ

1959-63 yılları arasında yaşanan gerginliğe Habyarimana döneminde yenileri eklendi. Bununla birlikte Tutsilere yönelik etnik temizlik sürdü, sağ kalanlar ise komşu ülkelere sığındı. 1980 senesine gelindiğinde komşu ülkelerdeki Tutsi nüfusu 500 binlere ulaştı. Eğitimli ve kalifiye kişiler olmaları nedeniyle gittikleri ülkelerde önemli kadroları ele geçiren Tutsiler, Ruanda'ya dönüş için organize olmaya çalıştılar. Bu süreçte Paul Kagame önderliğinde Ruanda Yurtseverler Birliği (Rwandan Patriotic Front/RPF) kuruldu. Örgüt, Tutsilerin hakları ve dönüşlerine ilişkin Ruanda hükümetine baskı yapmaya çalıştı fakat başarılı olamadı. Aynı zamanda Habyarimana komşu ülkelerde bulunan Hutulara, Tutsilere karşı destek sağladı. Siyasi alanda başarı sağlayamayan örgüt, silahlanarak Tutsilerin etnik temizlikten kurtarılması için tek umut haline geldi. Ocak 1990'dan 1992 senesinin Ağustos ayına kadar RPF ve Ruanda hükümet güçleri arasında çatışmalar yaşandı. Bu çatışmalar sonrası kalıcı çözüm bulmak isteyen aşırıcı Hutular, aldıkları kararları tek tek hayata geçirmeye başladı. Aynı zamanda Interahamwe adı verilen yarı askeri birimler kuruldu ve en ücra köylerdeki Tutsiler ve ılımlı Hutular fişlendi. Ülkedeki ekonomik durum nedeniyle silah alamayan aşırıcı Hutular, Çin'den yüzbinlerce satır siparişi verdi. Alınan satırları Hutulara dağıtan söz konusu gruplar, bazı bölgelere de sivri uçlu veya kesici aletler vererek bunların yakında başlayacak böcek avında kullanılacağını bildirdi. Aşırıcıların hazırlıklarının farkında olan Hutu hükümeti hiçbir önlem almadı.

HABYARİMANA'NIN ÖLÜMÜ

BM Güvenlik Konseyi tarafından 1993 yılında alınan karar doğrultusunda ülkeye general Romeo Dallaire liderliğinde BM Barış Gücü gönderildi. 6 Nisan 1994'te ise Ruanda Devlet Başkanı Habyarimana'yı taşıyan uçak düştü. Düşen uçakta Burundi Devlet Başkanı Cyprien Ntaryamira ve ordu komutanı Deogratias Nsabimana da bulunuyordu. Uçağın düşmesi ve Habyarimana'nın ölümünden Tutsi unsurlar sorumlu tutulsa da, uçağın düştüğü bölgenin Hutu kontrolünde olması ve Tutsilerin o dönemde silah gücünün uçak düşürmeye imkan vermemesi bu tezi yalanladı. Bu nedenle şüpheler daha çok aşırıcı Hutulara yöneldi. Ancak uçağın neden düştüğü tam anlamıyla ortaya çıkarılamadı. Habyarimana'nın son dönemlerinde Tutsilere yönelik ılımlı adımlar atması ve Tutsileri de ülke yönetiminde söz sahibi yapma isteği ve söz konusu gelişmelere bağlı olarak Tanzanya'da imzalanan anlaşma dönüşü böyle bir olayın yaşanması çeşitli komplo teorilerinin ortaya çıkmasına neden oldu.

RUANDA SOYKIRIMI

Habyarimana'nın uçağının düşmesinden kısa süre sonra radyolardan anonslar yapılmaya başlandı. Ülkedeki kaostan faydalanan Interahamwe militanları daha önce fişlenilen Tutsi ve ılımlı Hutulara yönelik katliamlara girişti. Somali'de yaşadığı başarısızlığın etkisiyle bölgede bulunmaktan kaçınan Amerika Birleşik Devletleri (ABD), bölgede öldürülen BM askerlerini gerekçe göstererek baskıyla BM Barış Gücü'nün Ruanda'dan çekilmesini sağladı. Bu hamle sonrası ülkedeki katliamlar daha da şiddetlendi. Hutu militanları neredeyse ellerine geçen tüm kesici aletlerle Tutsi ve ılımlı Hutulara saldırıyor, sokaklarda cinayetler işliyordu. Parası olan Tutsilerin kurşun parası vererek acısız bir ölüm satın alması ise trajedinin boyutlarını gösterir nitelikteydi. Bu süreçte bütün yabancı misyonlar ülkeyi terk etti. O döneme dair veriler öldürmekten yorulan aşırıcı Hutuların ellerindeki Tutsilerin kaçmalarını önlemek için aşil tendonlarını kestiklerini gösteriyor. Daha sonrasında katliama devam eden bu kişiler, hastaneler ve kiliselere sığınan Tutsi ve ılımlı Hutuları da ele geçirerek öldürdü. Aynı zamanda cesetlere saldıran hayvanları da öldüren aşırıcılar, bölgede neredeyse kendileri dışında farklı bir canlı grubu bırakmadı. Katliam haberleri üzerine ülkeye giren RPF üyeleri, aşırıcı Hutular ile savaşarak başkent Kigali'ye kadar ilerlemeyi başardı. O ana kadar bölgeye müdahale etmekten kaçınan Fransa, ani bir kararla, etnik temizliği destekleyen Hutu hükümetine askeri yardıma başladı. Bölgede hızlı bir ilerleyişe geçen Fransız güçleri, RPF güçlerini geri püskürterek Hutu kontrolünden çıkan bölgeleri geri aldı.

KÜRESEL GÜÇLERİN TUTUMU

Dünyadaki soykırımlara seyirci kalmayacağını ifade eden Fransa ve ABD gibi ülkeler, bölgeye müdahale etmemek için olaylara ilişkin soykırım sözcüğünün kullanılmasından kaçındı. Aynı zamanda bu ülkeler soykırım sözcüğü geçen tüm BM önergelerinin değiştirilmesinden yana tavır sergiledi. Söz konusu ülkeler kendi halklarından bile bu süreçte büyük tepkilerle karşılaştı. Bill Clinton yönetimi altındaki Beyaz Saray'da düzenlenen basın toplantılarında soykırım kelimesinin kullanılmama ısrarı, ABD'nin Ruanda'ya yönelik herhangi bir sorumluluğun altına girmemek için bilinçli olarak tercih ettiği öne sürüldü. Bu durumun sebebi olarak, Somali'de yaşanan başarısızlık gösterildi. Ekim 1993'te Somali'de iki Kara Şahin (Black Hawk) tipi helikopterin düşürülmesi ve Amerikan ordusunun verdiği ağır kayıplar, ABD'de büyük bir travma oluşturmuştu. ABD'nin yaşananlara olan duyarsızlığı o kadar ileri gitti ki Ruanda'da halkı kin ve nefrete sürükleyen radyo yayınları, ifade özgürlüğüne müdahale olacağı gerekçesiyle kesilmedi. RPF üyelerinin olaylara müdahil olmasına kadar sessiz kalan Fransa'nın Hutu yönetimi lehine attığı adımlar neticesinde on binlerce kişinin daha öldürülmesine zemin hazırlandı. Dünya bu süreçte küresel bir sessizliğe gömüldü. BM ise taraflar arasında etkisiz kalmak gibi ilkesel bir prensibe saplanarak bu tarz olayları önleyecek bir mekanizmadan yoksun olduğunu ispatlamış oldu. 100 gün içerisinde ülkede 800 bine yakın insan hayatını kaybetti. Temmuz 1994'te olaylar sona erdiğinde sokakları cesetlerle dolu bir Ruanda ortaya çıktı. Bu süreçte 2 milyon Hutu, Tutsiler ve RPF güçlerinin intikam almasından çekindiği için ülkeyi terk etti. Tüm devlet kurumları çökerken ekili alan kalmadı.

SOYKIRIM SONRASI RUANDA

RPF'nin soykırım sırasında aşırıcı Hutulara karşı verdiği mücadele Kagame'nin siyaset sahnesine çıkmasında önemli rol oynadı. 1962'de Tutsilere yönelik etnik temizlik sürerken Uganda'ya kaçan Kagame, Yoweri Museveni ile hareket etmeye başlamıştı. Kagame, burada askeri gizli haberleşme teşkilatını yönetti ve Tutsilerden oluşan bir milis grubu oluşturdu. Daha sonra bu grup RPF adı altında birleşerek Tutsilerin umudu olan örgütün kurulması sağlandı. Uganda'da da Milton Obote'nin devrilmesi sonrası Museveni iktidara geldi. Kagame bu süreçte Uganda ordusunda çeşitli görevlerde bulundu. 1990'lı yıllarda RPF ile Ruanda yönetimine karşı mücadele verdi. 1994'teki soykırımda aşırıcı Hutulara karşı savaşan Kagame, Tutsiler ve ılımlı Hutular için önemli bir isim olarak öne çıktı. 100 günlük katliamın sona ermesinde aktif rol oynadı. Hutu kökenli Pasteur Bizimungu ile birlikte yeni yönetimde yer aldı. Bizimungu, 1994'teki soykırıma kadar Habyarimanı'nın destekçileri arasında bulunuyordu ancak yaşanan vahşet onu radikal görüşler ve Habyarimanı'dan uzaklaştırmıştı. O dönem Hutu egemenliğinde olan Ruanda ordusunda general olan kardeşinin Hutu yönetimi tarafından öldürülmesi, Bizimungu'nun RPF'ye katılmasına neden olmuştu. Soykırım sonrası Hutu-Tutsi dengesinin sağlanmasını amaçlayan Bizimungu ve Kagame, yönetimde ortak bir tavır sergiledi. Bizimungu devlet başkanlığına getirilirken, Kagame başkan yardımcısı oldu. Uzun yıllar devlet başkanlığı görevinde bulunan Bizimungu, Kagame ile yaşadığı öne sürülen görüş ayrılıkları nedeniyle Mart 2000'de istifa etti. Geçici olarak görevi devralan Kagame, 2003'te seçilerek devlet başkanı oldu. Günümüzde hala devlet başkanlığı görevinde bulunan Kagame, uluslararası kaynaklara göre otoritesini sağlamlaştırmayı sürdürüyor. Dünden bu güne yaşananlar göz önünde bulundurulduğunda, hassas bir etnik zemine sahip ülkede, yeni krizlerin yaşanması ihtimal dahilinde düşünülüyor.