Avrupa'nın yeni normali: Aşırı Sağ
Avrupa'da son bir yıl içerisinde yaşanan aşırı sağ parti zaferleri, yaşlı kıtanın politik iklim olarak yeni bir sürece girdiğini gösterirken, Avrupa'da siyasi iklimin yeni normali de göçmen düşmanlığı ve İslamofobi oluyor.
Orkun Elmacıgil
Aşırı Sağ’ın Hayaleti
Avrupa’nın üzerinde bir hayalet dolaşıyor. Bu hayalet aşırı sağın hayaleti… Karl Marx’ın Komünist Manifesto’nun başında komünizm için kullandığı “hayalet” ifadesi artık aşırılıkçı, göçmen ve Avrupa karşıtı, İslamofobik aşırı sağ siyaset için geçerli.
İslam düşmanlığı, camileri ve Kur’an’ı yasaklamak gibi ekstrem düşünceleriyle tanınan Hollandalı siyasetçi Geert Wilders’in Hak ve Özgürlükler Partisi’nin 22 Kasım’da Hollanda’da yapılan seçimlerde birinci parti çıkarak, mecliste 35 sandalye elde etmesi bu hayaletin iyiden iyiye görünür olmasının son alameti. Avrupa’da daha önce marjinal partiler olarak görülen aşırı sağ partiler bir bir ülkelerin siyasetinde ana akım bir yere sahip oluyor ve dahi iktidarı ele geçiriyor. Daha önce ülkelerarası aşırı sağ partiler bu aşırılıkçı ağın pek de popüler olmayan kader ortaklarıyken, artık Avrupa ülkelerini yöneten siyasi akıllar haline geliyor.
İtalya’da Giorgia Meloni’nin seçilmesinden 1 yıl sonra gerçekleşen Wilders zaferi; aşırı sağın artık merkez siyaset konumuna geldiğinin, aşırılıkçı söylemler merkez partiler tarafından benimsendikçe oluşan siyasi iklimin esasında marjinal sağ partilere yaradığının açık bir göstergesi.
Öyle ki bundan bir kaç yıl önce Neo-Nazi hareketlerle arasına mesafe koymayı bile düşünmeyen Alternative für Deutschland ( Almanya için Alternatif ) partisi Almanya’da yapılan anketlerde %20 barajını aşarak ikinci büyük parti konumuna geldi. Fransa’da Marine Le Pen’in aşırı sağ Rassemblement National ( Ulusal Mutabakat ) partisi son seçimlerde aldığı %25 oyla birinci parti konumunda, Le Pen ise 2022 yılında Macron’a karşı Cumhurbaşkanlığı yarışını ikinci turda kaybetse de aldığı %45 oyla aşırı sağın ülke tarihinde aldığı en yüksek oya ulaştı.
Avrupa toplumlarının yaşadığı krizlere siyasal alandan bir cevap gelmemesi, merkez ve sol partilerin vatandaşın menfaatine karşı olan “düzen partileri” olarak algılanması, popülizmin dümenini aşırı sağa kaydırmasına sebep oluyor. İşbu düzen partilerine duyulan güven kamuoyu yoklamalarına göre çoğu ülkede yüzde 20’yi geçmiyor. Toplumun kahir ekseriyetinin geleneksel partilere güvenmediği bu şartlar altında da alternatif ve halkçı söylemler aşırı sağ partilerin güdümünde kalıyor.
Temsili demokrasi neyi temsil ediyor ?
Avrupa’daki aşırı sağ partilerin ülke farketmeksizin oluşturdukları ortak ajanda, kısa ve orta vaadede bambaşka bir Avrupa siyaseti görmemize sebep olabilir zira İslam, göçmen ve Avrupa ideali karşıtlığı yaşlı kıtada en genel geçer siyaset yapma düsturu haline geliyor. Avrupa’da ulus devletlerin kurucu değerlerini üstüne inşa ettiği temsili demokrasi kavramının tartışılır hale gelmesi “temsili demokrasi neyi temsil ediyor?” sorusunun sorulmasına sebep oluyor. Demokrasinin yaşadığı açmaza eklenen ekonomik refah ve göçmen krizi de birbirini besleyen bir kısır döngü oluşturuyor. Böylelikle aşırı sağ partiler sadece kurulu düzene duyulan nefreti ifade edip, Avrupa’ya gelen göçmenlerin ekonomiyi ve toplumsal yapıyı menfi yönde etkilediğine ilişkin söylemler ortaya koyup iktidara erişiyor ya da hükümetlerde söz sahibi olacak anahtar pozisyona geliyor.
Anormalin normalleştiği Avrupa siyasetinde Avrupa Birliği’nin geleceği en can alıcı konulardan biri. Öyle ki 2023’ün son ayında gerçekleştirilecek Avrupa Birliği bütçe görüşmelerinin de oldukça sert tartışmalara sahne olması bekleniyor. Ukrayna’ya 5 yıl içinde yapılması planlanan yaklaşık 50 milyar euro’luk yardımı kabul ettirmek Avrupacı fikirlere sahip siyasi partiler için aşılması en güç engellerden biri. Bu konuda, Hollanda’da seçim zaferini kazanan Wilders’in Hollanda’nın bu yardımdaki 7 milyar euroluk payına şiddetli şekilde karşı çıkması halklar nezdinde karşılık bulurken, pandemi sonrası ekonomi ve enerji krizi koşullarında savaşa harcanacak bütçe Avrupa halklarının refahından çalınacak pay olarak yorumlanıyor.
Merkez, sol siyaset ve Yeşiller karbon emisyonunun azaltılması, Rusya’ya karşı Avrupai karşı çıkış gibi konularda seçmenleri ikna elde etmekten uzaklaştıkça İspanya’dan Polonya’ya pek çok farklı Avrupa ülkesinde aşırı sağ güç kazanıyor.
Halkların Kurtuluşundan Popülizmin Zaferine
Avrupa Solu’nun önemli düşünürlerinden Chantal Mouffa Radikal Demokrasi eserinde Avrupa’da yükselen aşırı sağ popülizmi incelerken; sol partilerin buna karşılık yalnızca teorik tartışmaların ekseninde döndüğünü ve özetle kitleleri harekete geçirme özelliğini kaybettiğini vurguluyordu. Bu vurgunun içinde bir yakınma yoktu elbette, aksine aşırı sağ siyasetin popülizm imkanlarından yararlanırken, demokratik ve sol siyasetin bu fırsatı değerlendirmediğinin altı çiziliyordu. İşte bu değerlendirilmeyen “popülist fırsat” dünya ekonomik, sosyal ve kültürel bir dönemeçten geçerken Wilders’den Meloni’ye sağ partilerin liderlerin eline geçti.
Anti-entelektüalizm, göçmen - esasen bütün ötekiler- karşıtlığı, bürokrasiye duyulan öfkenin oy kazanmak amacıyla profesyonel bir şekilde idare edilmesi, toplumu biz / onlar ekseninde ikiye bölmek Avrupa siyasetinde en geçer akçelerden biri artık. Slovenya’da merkez sol partinin muhafazakar lideri olarak nam salan, Ukrayna-Rusya Savaşı’nda Avrupa sathında genelde gösterilenin aksine Rusya yanlısı bir siyaset izlemek vaadiyle iktidara gelen Robert Fisco yaşanan bu popülist kırılmayı en başarılı şekilde kullanan siyasetçilerden biri.
Avrupa’da eskiden kitleleri ayağa kaldıran sınıf mücadelesi, iktisadi eleştiriler yerini yalnızca göçmenlerin suçlandığı, Doğu-Batı ikiliğinin vurgulandığı bir kutuplaşma politikası alıyor. Popülizmin zaferi bütün Avrupa’yı yutmaya devam ediyor
Avrupa 1930’lara geri mi dönüyor ?
Popülizmin yükselişiyle birlikte ekonomide ve siyasette daha korumacı, güvenlikçi ve küreselleşme karşıtı söylemler muteberleşiyor. Tam da bu sebeple Brexit’in ardından bir çok aşırı sağcı siyasetçi kendi ülkelerinin de bu kapsamda bir AB’den çıkış süreci vaadini yineliyor. Yine de İtalya’da başbakanlık görevine gelen Meloni’nin göreve geldikten sonra AB karşıtı söylemlerinin yerini birlik içinde reforma bırakması başa ne kadar radikal siyasetçiler gelirse gelsin aslolanın kurumlar olacağına dair iyimser bir yorumla da karşılaşıyor.
Bütün bu bilinmezliğe sıçrayış içinde, Avrupa’da rüzgarın uzun yıllar sonra ilk kez bu kadar kuvvetli şekilde sağdan esmesi; bizlere pek de uzak olmayan karanlık bir geçmişi de hatırlatıyor. 1930’lu yıllarda Avrupa’nın siyaset gündemi yükselen totaliter ve faşist liderler ve onların kitlelere sunduğu düşmanlık ve uluslarının yegane üstün özne olduğu fikri üstüne bina edilmişti. Bu düşmanlık azınlıklar üstündeki baskının artmasıyla , Yahudi soykırımına değin giden bir yolun açılmasına sebep oldu. O zamanın “müslüman göçmenleri” de yahudiler idi ve toplumda aksayan bütün aksaklıkların temelinde bu etnik kimliğin var olduğu inancı “ana akım” siyasetin tam ortasında duruyordu. Kitleler kısa süre içerisinde politikanın onlara sunduğu bu düşmanlığa entegre oldu ve toplumun en alt katmanından en üstüne ırkçılık ve yahudi düşmanlığı yerleştirildi. 1930’lu yıllardaki anti-semitizm ile günümüzün İslamofobisini bu sebeple “kuzen kavramlar” olarak görmek zor değil.
2024 yılının haziran ayında gerçekleşecek Avrupa Parlamentosu seçimleri de bu kırılmanın gitgide uçuruma dönüşüp dönüşmeyeceğinin göstergesi olacak. Avrupa’daki aşırı sağ partilerin parlamentodaki grubu “Kimlik ve Demokrasi” grubu, gitgide artan oylarıyla bir kaç ay sonra gerçekleşecek seçimlerde en büyük politik hayallerinden biri olan parlamento çoğunluğunu elde edebilir. Pek çok sağ siyasetçinin haziran ayının oldukça hareketli geçeceğine dair yaptığı paylaşımlar bize Avrupa fikrinin yine Avrupa kurumları aracılığıyla, Avrupa’nın içinden çökeceğine ilişkin bir senaryoyu izleyebileceğimiz ihtimalini pekiştiriyor.